27 Temmuz 2009 Pazartesi

EFLATUN NE DEMİŞ?

....
"Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır. Ve önemli olan; hayatta, en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır..."

Kena(n)r Süsü


Anlatmalıyım. Yoksa yüküm hafiflemeyecek. İnsan kendine rağmen yapıyor ya bazı şeyleri... Bazen, tüm bunların bir rüya olmasını diliyorum. Bazense, bu rüyadan hiç uyanmamayı. Her ne olursa olsun, değişmeyen tek şey benim.

Öfkemi bu sabah doğan güneşe bıraktım ben, alsın göğe çıkarsın diye. Ama bir bulut geldi, güneşimi örttü. Öfkem kayıp şimdi. İçimde deli bir özleyiş... Kaybetmekten korkuyorum desem, benim olmayan bir şeyi nasıl kaybedeyim ki...

Bu sabah karmakarışık hislerle ayrıldım yanından. Dönüp sana bir tokat mı atsam, arkandan gelip olay mı çıkartsam, kendimi bi ortadan kaldırsam, bilemedim. Sonra eve dönmeye karar verdim. Gelmek zorunda olduğum bir iş vardı, sen her ne kadar önemsemesen de benim bir hayatım vardı.

Dönüşte Sıla'nın albümünü aldım benzinlikten. Dinleye söyleye, ağlaya döndüm eve. İki gün önce yıkadığın, hala sepette duran bardaklara baktım, ayakkabılığa koyduğun terliklerine baktım, yere dökülmüş 2 saç teline baktım, okkalı bir küfür salladım sana. Öyle ya, çok güçlüydüm ben. Çok kalburüstüydüm, sen kimdin ki... Hayatıma bakıp bakıp, boyalı sahte egomu okşayıp biraz daha şişirdim sabah sabah.

İşe geldim sonra. Gözümü kırpmadan güneşin doğmasını beklediğimden, sade kahveye boğdum kendimi. Sıla'nın şarkılarıyla göğe yükselttiğim öfkemin önüne bulutlar düştüğünden beri bu satırları yazıyorum. Yazmalıyım, yoksa içim perperişan. Yoksa herşey acı, eksik. Küçücük kaldım, bilemezsin. İçimden taşan o koca ego seli herşeyi yıktı, gitti. Şimdi içimde ıssız, çamurlu sokaklar var. Sel suları çekildi, sadece gözümdeki damlalar kaldı şimdi.

Bu satırları bir reçete kağıdına yazıyorum. Altında bir not var " Tekrar gelirken reçeteyi beraberinizde getiriniz". Acaba bu reçeteyi sana getirmeli miyim? Yoksa bir doktora götürüp, "buna bir çare bul" mu demeliyim?


P.S.:Özel izinle alıntıdır.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

BİR GARİP AÇMAZ

Sabah kahvaltısı yaparken, ve eğer evde yiyorsam, akşam yemeğinde açıktır televizyonum. Genellikle haber saatidir. İki gün önce, yine haberleri izliyorum.
TEM otoyolunda yaşanan bir trafik kazası haberi... Spiker haberi sunarken, ekranda simsiyah asfalt,üzerinde tuzla buz olmuş cam kırıkları. Beyaz bir spor ayakkabısı teki. Yol kenarında oturmuş, ellerini yüzüne kapatmış ağlayan bir adam. Gömleği kan olmuş, şakağında kurumuş kan var. "Biri hafif yaralı kurtuldu" diyor spiker, "diğeri hayatını kaybetti".
Bakıyorum ekrana...
Asıl hayatını kaybetmiş gibi duran, ellerini yüzüne kapatmış, ağlayan adam. Şakağındaki kurumuş kana aldanmamak lazım, kalbi hala kanıyor. "Hayatım, beni bırakıp gitme" diyor; ama ses yok... Kamera, üzeri örtülü kişiye yaklaşıyor. Kumral bukleler görüyorum, beyaz örtünün altından. Ölmüş olduğuna inanmak öyle güç ki... Sanki örtüyü kaldırıp, koşup ağlayan adama sarılacak. "Gitmedim hayatım, bak buradayım ben. Hem şakağın kanamış senin. Acıyor mu canın?" deyiverecek. Ama örtüyü kaldırmıyor bir türlü. Çoktan gitmiş... Kimbilir nereye giderlerken, hiç planlamadıkları bir anda, alt üst oldu herşey. İkisi de hayatını kaybetti. Tek fark, biri dünyada kaldı.
Sevdiğimi kaybetme korkusu, içimi kemirir her zaman. Birinin soğuk bedenine sarılıp ağlamak, bu dünyada en çok korktuğum şey. Bedenini tonlarca soğuk toprağın altında bırakıp, yavaş yavaş yok oluşunu düşünmek. Bir daha asla sana sarılmayacağını bilmek. Sesini özlemek... Garip bir şekilde, artık olmadığını bilmek...
Onun için, birine asla çok kızamam ben. Çünkü her çok kızdığımda, onu bir daha görememe ihtimalimi düşünürüm. Bir daha asla onu sevdiğimi söyleyememe ihtimalimi... Ya ben onu yeterince sevemeden ölürse? Bir kere daha öpemezsem onu? Ya ona sarılıp uyuduğum son geceyse?

16 Temmuz 2009 Perşembe

KENDİMLE KONUŞURKEN...

Polyanna değilim ben... Hatta canım bişeye sıkıldı mı, çok sıkılır. Birine kızdığımda mesela, ertelemem asla, içimde biriktirmem, en azından kendimle yüzleşirim. İnsanlar beni en fazla bir kez üzebilsin, ikinciye fırsatı olmasın diye. Koşullarımı hep iyi tutmaya çalışırım, mutsuz eden şeyi barındırmam bünyemde.Biraz kalır sadece, olgunlaşana, vadesi dolana dek...
Etrafımdaki insanları hayretler içinde izliyorum. İnsanlar inanılmaz mutsuz, inanılmaz şikayetçi. Olamaz mı? Elbette olabilir. Lakin benim takıldığım nokta bambaşka...
İnsan kendini rahatsız eden bir durumla neden yaşar? Neden her gün şikayet edip, her gün bir öncekine benzer bir güne uyanır? Bu kocaman bir çelişki değil mi?

Bir insanın mutlu olması, bencil olmamasıyla birinci dereceden alakalı bence. Bencil insan, vermeden almak istiyor, istediğini elde edemeyince şikayetleniyor, ama o kadar bencil ki, elini de taşın altına sokmuyor. Kendini beğenmiyor, işini beğenmiyor, şartlarını beğenmiyor, arkadaşlarını beğenmiyor. Suçu hep başkalarına atıyor. Yarattığı bu rezil dünyada her günü mutsuzluk ve şikayet içinde geçirip, zaman öldürüyor. Ay içim karardı...

13 Temmuz 2009 Pazartesi

BEYAZ BÜYÜ, HİPNOTİK KOKU,SAF PARFÜM

Evimin önünde kocaman bir yasemin ağacı var, çalısı mı desem acaba. İlk geldiğim zamanlarda yeni yeni tomurcuklanıyordu, ilk çiçeğini heyecanla kokladım. Bir gün işten dönerken gördüm ki, palmiyeler, zakkumlar ve güllerle birlikte budanıvermiş. Benim koparmaya kıyamadığım o mis beyaz çiçekleri budanan dallarda kalmış, o dallar öylece yolun kenarına atılmış. Tereddüt etmeden topladım budanan dallarda kalan yaseminleri... Eve çıktım, bir kaseye doldurdum. O gece, bir kadeh beyaz şarap eşliğinde mum yakıp, Enya dinleyip,kasedeki yaseminlerimi kokladım. Bu yaseminin üzerimde anlatılması güç bir etkisi var. Yasemin kokulu bütün sentetik ürünleri arıyor, buluyor, kullanıyorum. Canlı çiçeklerini sadece dallarda kokluyorum, kıyamıyorum. Yasemin kokmaktan büyük keyif alıyorum. Geçenlerde keyifle bitirdiğim kitabım Parfümün Dansı'nın ana teması pancar olsa da, yardımcı teması yasemindi, kitabı bile sırf bunun için sevmiş olabilirim!
Kokular neden bizi bu denli etkiler? İnsandaki çağrışım oyununun vazgeçilmez öğelerinden biri midir koku? Bu sorunun yanıtını bilmiyorum ama, bu dünyaya çiçek olarak gelsem yasemin olurdum, orası kesin.
Ben bunları yazarken, masamın üzerinde dumanı tüten bir fincan dolusu kahve, kokusu odayı dolduran bir avuç yasemin var. Budanan çalı yeni filizlerini verdi bile. Her sabah yere döküyor çiçeklerini, o kadar çok... Ve ben her sabah, yere dökülen yaseminleri toplayıp odama getiriyor, gün boyu kokluyorum... ve Tanrı'ya şükrediyorum, bize yasemin, ve daha birçok şeyi verdiği için...

7 Temmuz 2009 Salı

HEART ATTACK


Hiç bu kadar dolup taşıp, anlatamadığım olmamıştı...







1 Temmuz 2009 Çarşamba

ERCHLEIDA ft. EUREKA

Bütün insanlara adil olan bir tek şey var.

Bugün öğleden sonra otururken kafamda yanan ampulle aydınlanmış durumdayım... Daha doğrusu, birkaç gündür aklıma silik bir siluet gibi bir şey gelip gidiyordu,ama yakalayamıyordum bir türlü. bugünse, onu apaçık görmüş bulunmaktayım. Heyhat!

Efendim mevzuu bahsimiz bir kavram olmakla birlikte, kimseye ait değil.

Şimdi diyeceksiniz ki, birçok şey ortak. Evet haklısınız. Dünya hepimize ait, gökyüzü hepimize ait, gökkuşağı, doğa ana, yağmurlar, şehirler, yollar,insanlar,kediler... Ama bunlar birer madde. Benimkisiyse, bir kavram... Soyutlara bakalım bir de. Tanrı bile hepimize ait değil, inanmıyorsak eğer. O inananlarının tanrısı ancak ve ancak (ben de ürperdim, evet). Ama doğru. Kader diyeceksiniz, kader de şahsa ait. Fikirler, şahıslara ait.

Gördüğünüz gibi, birçok şey ortak malımız gibi görünmekle birlikte, hepimizin sahibi olduğu bu "şey"ler aslında kişiye özgü. Gelgelelim, öyle birşey var ki, hepimize adil. Herkese ait. Daha doğrusu, herkes ona ait.
ZAMAN

Ve biz fani insancıklar, zaman ait olduğumuz gerçeğini ömür boyu inkar eder dururuz. Zamanla ilgili yığınla edebiyat parçalarız. Zamanı iyi kullanamamaktan yakınırız, zamanın geçmesinden yakınırız. Sanki o bize aitmiş gibi, ondan memnuniyetsizliğimizi dile getirir,dururuz. Oysa, şu an pekçoğumuz yok oluversek bile, o sahibi olduğuımuzu iddia ettiğimiz melun(!) yoluna aynen devam eder. Biz, ömür boyu onu inkar ederiz. Yaşlanmayı geciktirmek isteriz, kremler süreriz, spor yaparız, kurslara filan gideriz, öğreniriz, faydalı insanlar oluruz... Aslında biz, sadece onu inkar etmeye çalışırız. Ömür boyu, kendimizi kendimize ispatlamaya çalışırız.Tabi bu arada, kendisi akıp gitmektedir. Bizi, ondan çok daha az seven ŞANS a bile aşığızdır. Halbuki o , içimizden pek azını sever, onları bile pek nadir ziyaret eder. Ama zaman öyle mi ya...Var mı bu hayatta zaman kadar merti, adil olanı? Soruyorum sizlere...


P.S:Başlık, ayrı bir muamma, onu da sonra anlatırım(bkz. Orhan Veli)...